İnsan bu kainatın varlığının bir parçasıdır. Onun fıtratına hükmeden kanunlar, varlığın tümüne hükmeden kanunlar sisteminden ayrı değildir. Bu varlığı olduğu gibi, onu da Allah (c.c.) yaratmıştır.
(Lâ ilâhe illallah) kendisine inanmış olanlarla bütün kainat yasaları arasında bir mutabakat (uyuşum) sağlar. Yoldaki işaretlerin yazarı bu konudaki düşüncelerini "Kainat Nizamı" başlığı altında şöyle anlatıyor:
İslam, inanç sistemini, yalnızca tek Allah'a kulluk esası üzerine vicdanlarda ve pratik hayatta yerleştirir. Bu kulluk hem itikad, hem ibadet hem de kanuni hükümlerde ortaya çıkar. Çünkü bu yalnız Allah'a kulluk şehadetinin, aksiyon'a dönüşmesinin anlamıdır. Bu kulluğun nasıl olacağını Resulullah (s.a.v.)'a dayandırmak ise aynı şeklide (Muhammed'un Resulullah) şehadetinin hayata yansımasıdır.
İslam "Lâ ilâhe illallah Muhammed'un Resulullah" Şehadetini hayat düzenine yansıtır. Bu düzenin ana hatlarını belirtir ve özelliklerini açıklar. Binasını bütünü ile bu temel üzerine kurarken kendisini insanlığın tanımış olduğu diğer sosyal düzenlerin tümünden apayrı kılah benzer görüş açısı üzerine yapısını oturtur. Mesajında sırf insan varlığı değil, daha geniş kapsamh bir varlık kaynağına, sadece insanın yaşama tarzına değil, bütün kainatın, varlık düzenine dayanır. İslam düşüncesi, varlıkların tümünün Allah tarafından yaratılmış olduğu ve Allah'ın iradesi onların var olmalarını isteyince, var oldukları temeline dayanır. Allah kâinata hareket gücünü veren, parçaları arasında uyumu sağlayan ve hareket tarzını düzenleyen kanunlar koymuştur. Böylece kainattaki hareketler arasında bir birlik sağlanmıştır.
"Biz bir şeyi dilediğimiz zaman ona sadece "ol!" deriz. O da oluverir." (Neml, 4)
"Ve O her şeyi yarattı ve yarattığı şeyleri miktarında takdir etti..." (Furkan, 2)
Muhakkak ki bu kainat varlığının gerisinde onu idare eden bir irade, onu harekete sevkeden bir takdir ve ona düzen veren bir kanun vardır.
Bu kanun varlıklar arasında mevcut olan hareketleri düzenler. Biri diğerine çarpmaz. Hareketler düzenli bir şekilde (Allah'ın dilediği kadar) devam eder. Çünkü bu kainat, Allah'ın iradesine teslim olmuştur. Onu harekete sevkeden Allah'ın takdiridir. Onun düzenini sağlayan hiçbir zaman Allah'ın iradesine karşı gelemez. O, Allah dileyinceye kadar bu seyire devam edecektir. Ona bozukluk ve yok olma diye birşey sirayet edemeyecektir. "Muhakkat rabbınız o Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva etti. Birbirini ard arda kovalayan gündüzü gece ile örter. Güneş, ay ve yıldızlar onun emrine boyun eğmiştir. Yaratma ve emir ona mahsustur. Âlemlerin Allah'ın iradesine rabbi olan Allah ne kadar yücedir." (A'raf, 54)
İnsan bu kainatın varlığının bir parçasıdır. Onun fıtratına hükmeden kanunlar, varlığın tümüne hükmeden kanunlar sisteminden ayrı değildir. Bu varlığı olduğu gibi, onu da Allah (c.c.) yaratmıştır. O, maddi yapısı itibarıyla bu yeryüzünün bir parçasıdır.
Maddi varlığın ötesinde Allah'ın ona armağan ettiği özellikler, kendisine insan olma niteliği sağlamıştır. Bu yapısı bakımından o, istesede istemesede Allah tarafından konmuş kanunlara bağımlıdır. İnsana varlığını veren Allah (c.c.)'dır. Her şeyden örice yaratılışı ne kendi isteğiyle, ne de ana-babasının isteğiyle değil, Allah'ın muradı ile, doğum şartları uyarınca dünyaya gelir. Çocuk, bilinebilen oranları ile Allah tarafından yaratılan şu havayı, Allah'ın dilediği miktarda ve biçimde teneffüs eder. Elem çeker, haz duyar, acıkır, susar, yer, içer. Yiyecek ve içecekleri sindirir. Allah'ın koyduğu kanunlar uyarınca, hiçbir irade ve tercih yetkisi olmaksızın yaşar. Allah'ın iradesine, kudretine ve kanunlarına mutlak bağımlılık bakımından bu alandaki durumu, kainatta bulunan bütün canlılar ve cansızların durumu gibidir. İnsanı ve bütün kainatı yaratan, varlığın tümü için belirlediği sisteme insanı da boyun eğdiren Allah (c.c.) insanın iradesine dayalı hayatıyla, tabii hayatı arasındaki düzeni sağlasın diye ona bir "şeriat" (yasa sistemi) vaz etmiştir. Buna göre şeriat, insanın ve kainatın genel yaratılışlarına hükmeden ve bütün bunların arasındaki ilişkileri düzenleyen genel ilahi kanunun bir bölümüdür. Allah’ın her sözü, her emri, her yasağı, her va'adi ve tehdidi, her yasası ve yön verici mesajı bu evrensel kanunun sadece bir bölümünün ve aslında tabiat kanunları dediğimiz ilahi varlık kanunlarının birer doğrulayıcısıdır.
Bu kanunların, özlerine Allah tarafından sunulmuş, ezeli bir hak uyarınca her an gerçekleştiğini görüyoruz. Onlar Allah'ın takdiri uyarınca gerçekleşiyorlar.
O halde insan hayatını düzenlemek için Allah'ın koyduğu şeriat bir kainat yasasıdır. Bu genel kainat kanunlarına bağlı olmak ve onunla uyum halinde bulunmak manasında böyledir. Böyle olunca insan hayatı ile insanın içinde yaşadığı kainatın hareketi arasında uyum sağlamak için, insanın iç şahsiyeti ile dış şahsiyeti arasında bulunması gereken zaruri uzlaşmayı gerçekleştirmek için bu şeriatı benimsemek zorunludur.
İnsanlar kâinatın genel ilkelerinin tümünü idrak edemedikleri için, genel kâinat kanunlarını kavramak şöyle dursun, fıtrî yapıların hükmeden ve ister istemez boyun eğdikleri yasa ilkelerini bile idrak edemeyecekleri için, insan hayatı ile kainatın hareketi arasında uzlaşma sağlayan bir düzen ortaya koyamazlar. Bunu ancak tercih edip onayladığı aynı kanunlar uyarınca, hem kainatı ve hem de insan hayatının gelişmelerini yöneten, hem kâinatın ve hem de inanların yaratıcısı yapabilir.
Şu halde bu egemenliğin sağlanabilmesi için Allah'ın şeriatıyla amel etmek kaçınılmazdır. Bu, gerekli olmakla birlikte, İslam inancının gerçekleşebilmesi içinde şarttır. Yalnız Allah'a kulluk samimiyetle yürütülmeden ve bunu keyfiyeti Resulullah (s.a.v.)'den öğrenilmeden bu kulluğun temel esası olan "La ilahe illallah Muhammed'un Resulullah" şehadetinin işaret ettiği mananın gerçekleşmesi mümkün değildir.
Kâinat kanunlarıyla insan hayatı arasındaki bu mutlak uygunluğun sağlanmasında, insanlık için tamamen hayır ve fayda olduğu gibi, bu uyum insan hayatını bozulmaktan korur. İnsanlar ancak bununla doğru yolu bulur. İnsanlar ancak bu takdirde hem kendileri ve hem de kâinatla selâmet (barış) içinde yaşarlar.
Kâinatla barış içinde olmak, insanların hareketleri ile kânatın hareketleri arasında ve insanların doğrultusu ile kâinatın doğrultusu arasında meydana gelecek olan uyumdan dolayıdır. İnsanlarla kendi nefisleri arasında barış varsa, onların hareketleri ile Fıtrî yapılarının sağlıklı miftöleri arasında beraber davranışlar ile görünmeyen fitrî yapı arasında bağdaşma sağlar. Bu bağdaşma insanlar arasındaki ilişkilerde ve genel kanunlarından bir parça olan metod uyarınca, kâinatın gizli sırlarını keşfetmek onda bulunan güçleri ve çevresinde birikmiş hâzineleri araştırmak zorundadır. Bütün bunları Allah'ın şeriatına muvafık olarak çelişkiye ve çatışmaya yer bırakmadan bütün insanlık için istihdam etmekde de insanlık için ayrı bir yarar vardır...
Allah'ın şeriatının alternatifi (karşılığı) insanların heva (arzu)larıdır.
"Eğer Hakk, onların arzularına uysaydı, gökler ile yerler ve içindekiler kargaşaya düşerdi." (Mü'minun, 72)
Bundan dolayı İslam düşüncesi, bu dinin dayanağı olan hak ile göklerin ve yerin dayandığı hakkı birleştirdi. İslam, dünya ve âhiret meselelerinin tümünü bu hak ilkesi uyarınca çözer, Allah kullarını bu ölçüye göre sorguya çekerek bu ölçüyü aşanları cezalandırır. Çünkü o değişmeyen tek bir haktır. O Allah tarafından her durumda istenilen ve kâintta bulunan bütün canlıların, cansızların ve âlemlerin boyun eğip uydukları kâinatın genel kanunlarıdır.
"Andolsun, size öyle bir kitap indirmişizdir ki (bütün) öğüt ve (şeref) iniz ondandır. Hâlâ akıllanmıyacak mısınız? Biz (küfür ve) zulmeden nice memleketi kırıp geçirdik, sonra ardından da başka kavimler! yarattık. (Evet) Onlar azabımızı his (ve müşâhede) ettikleri zaman hemen oralardan harıl harıl kaçıyorlardı. (onlara) Kaçmayın içinde bulunduğunuz refâha, yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz!" denildi. Dediler. "Ne yazık bize! Biz hakikaten zatimler idik." Nihayet biz onları biçilmiş bir ekin, ocakları sönmüş (bir kül yığını) haline getirinceye kadar dâima feryadları bu (söz) olmuştur. Biz göğü de, yeri de, ikisinin arasında bulunan şeyleri de oyuncular (ın işi) olarak yaratmadık. Eğer biz bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik. Biz (böyle) yapanlardan değiliz. Hayır biz hakkı batılın tepesine (indirip) atarız da onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki batıl, yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) vasf (isnad) etmekte olduğunuz (iftiralar) dan dolayı yazıklar olsun size! Göklerde ve yerde bulunan herşey O'nundur. O'nun huzurundaki kişiler kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da. Onlar gece-gündüz ara vermeyerek (O'nu) tesbih (ve tenzih) ederler." (Enbiya, 10-20)
İnsan fıtratı bu gerçeği bizzat kendi derinliklerinde hisseder. Çünkü gerek yapısının özelliği ve gerekse çevresini kuşatan şu kâinat, tüm varılığın hakka dayandığını, hakkın köklü olduğunu, kainat kanunları üzerine oturduğunu, sarsılmaz olduğunu, değişik yollara saptırmadığını, çığrından çıkmış kaçamaklar, geçici tesadüfler, değişken arzular ve kör ihtiraslar uyarınca yürümediğini, tüm tersine her yönü ile önceden takdir edilmiş sağlam ve ince düzeninde seyrettiğini insan fıtratına fısıldar. Bu yüzden insan, arzularının etkisi altında derinliklerinde saklı kalan Hakk'dan ayrıldığı zaman kendiki ile fıtri yapısı arasında ilk çelişki baş gösterir. Bu çelişki, Allah'ın şeriatı yerine arzularına dayanan bir hayat düzeni edindiği zaman ve Rabb'ına bağımlı plan şu kâinat gibi, Allah'a teslim olmadığı meydana gelir.
Bü gibi ayrılıklar, fertler, toplumlar, milletler, nesiller arasında olabileceği gibi, insanla onu çepeçevre kuşatan kâinat arasında da olabilir. İnsanın güç ye kuvveti insanlığın iyiliğine çalışacağı yerde, yıkım ve düşmanlık vesilesi olur. O halde yeryüzünde Allah'ın şeriatını hakim kılmanın amacı sadece âhiret için amel işlemek değildir. Çünkü dünya ve âhiret, birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olan iki merhaledir. Allah'ın şeriatı bu iki merhale arasını uzlaştırır. Genel kanunlarla uyum sağlamak insanın saadetini ahirete ertemez. Aksine saadeti, ilk merhalede, yani dünyada da gerçekleşen bir realite, elle tutulur, bir pratik haline getirik. Arkasından da bü saadeti âhiretle eksiksizlik mertebesine ve kemâline ulaştırır.
İslam düşüncesinin, kâinat görüşü ve kâinatın genel varlığının gölgesinde insanın var oluşu hakkında ki görüşü budur. Bu görüş açısı, insanlığın şimdiye kadar tanıdığı görüş açılarından temelde ayrıdır. Bu yüzden İslamın görüş açısı diğer hiçbir sosyal düzenin, hiçbir doktrinin dayanmadığı birtakım gerekli şartlara dayanır. Bu düşünceye göre Allah'ın şeriatına sarılmak, insan hayatıyla, kainat hayatı ve arkasından bu kanunlarla insanlığın yaşamını düzenleyen şeriat arasındaki ilişkilerin gerekliliği gelir. Bu gerekliliğe uyulması sayesinde ancak tek Allah'a kul olma ilkesi gerçekleşebilir. Kainat'ında yalnızca Allah'a bağımlı olduğu, hiç kimsenin onu kendi emrinde sayamayacağı ilkesi de bu gerekli şartlardan birini teşkil eder.
İslam ümmetinin atası olan Hz. İbrahim (a.s.) ile yeryüzündeki tüm insanlar üzerinde otorite sahibi olduğunu iddia eden, fakat buna rağmen yıldızlar, gök cisimleri ve kâinat üzerinde yetki sahibi olduğunu ileri süremeyen zalim Nemrut arasında geçen tartışma bu uyumun ve uzlaşmanın zaruretine işaret etmektedir.
Hz. İbrahim ona "Kainat üzerinde kimin otoritesi geçerli ise, insan hayatı üzerinde de tek başına onun egemen olması gerekir!" deyince Nemrut'un dili tutulur. Bu apaçık delil karşısında verecek cevap bulamaz.
"Allah kendisine mülk (ve saltanat) verdiği için (şımararak) İbrahim ile Rabb'i hakkında çekişeni görmedin mi? Hani İbrahim; "benim Rabb'im hem diriltir, hem öldürür!" deyince, o "ben de diriltir, öldürürüm!" demişti. İbrahim; "Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir!" deyince, o kâfir şaşırıp (ve tutulup) kalmıştı. Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez." (Bakara, 25)
"Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) O'na boyun eğmişlerdir. Ve O'nun katına döndürüleceklerdir." (Âl-i İmran, 83)
Said Havva (rh.a.), Şehadet 'İmanın İlkeleri'