İslam kültürü gerek fikri bakımdan ve gerekse insan pratiği bakımından tüm düşünce ve araştırma alanlarını kapsamına almaktadır. Ve bunların tümünde kesintisiz canlılığı ve gelişmeyi sağlayan ilkelere, metodlara ve özelliklere, sahiptir.
Yalnızca bir olan Allah'a (celle celâluhu) kulluk İslam'ın birinci rüknünün ilk yarısıdır. Bu "La ilahe illallah" (Allah'dan başka ilah yoktur) şehadetine mutabık olan anlamdır. Bu kulluğun nasıl yerine getirileceğini Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)'den almak da bu rüknün ikinci yarısıdır. Bu da (Muhammed Allah'ın Resûludur) şehadeti ile ifade edilir.
Yalnızca bir olan Allah'a kulluk, inanç, ibadet ve kanun açısından bir olan Allah’ı ilah edinmede, ortaya çıkar. Buna göre Bir müslüman uluhiyyetin Allah'dan başkasına ait olduğuna inanamaz. İbadetin kendisinden başka yaratıklarından herhangi birisine yapılacağını kabul edemez. Egemenliğin hükümranlığın kullardan herhangi birisine ait olduğuna itikad edemez.
Allah'a kul olma ilkesinin, inancın, ibadet maksadıyla yapılan hareketlerin ve egemenliğin (hâkimiyyetin) delâlet ettiği manaları daha önce açıklamıştık. Bu bölümde ise "egemenliğin" "kültürle" olan ilişkisini açıklayacağız.
İslam düşüncesinde "hâkimiyyet-egemenlik" hukuk sistemini sadece Allah'dan almakla, yalnızca bunların yürürlükte olmasını kabullenmekle, başkalarını bırakıp sadece bunu hakim kılmakla sınırlı değildir. İslam'da "Şeriat" denince sadece hukuk sistemi, yönetimi, ilkeleri, sosyal düzen ve kurumlan anlaşılmamalıdır. Böylesine dar bir anlayış "şeriatın" manasını ve İslam düşüncesini temsil edemez.
"Allah'ın şeriatı" denirken, O'nun insan hayatını düzenlemek için koyduğu hükümlerin tümü kastedilmiştir. Bu hükümler itikât ilkelerini, yönetim ilkelerini, ahlâk ilkelerini, davranış ilkelerini, eğitim ve bilim ilkelerini tümüyle ifade eder.
Bu terim, (Allah'ın Şeriatı) inanç ve düşünce alanında uluhiyyetin hakikatini, görünür ve görünmez yönleriyle, kâinat hayat ve insan gerçeğini ve bu gerçekler arasındaki bağları ve bunlarla insan arasındaki karşılıklı ilişkiyi ifade eder.
Bu terim aynı zamanda bütün ilkeleriyle birlikte siyasi, sosyal ve ekonomik sistemin yalnızca Allah'a kul olma ilkesiyle bağdaşacak bir örneğini ifade eder.
Bütün bunlarla birlikte bu terim sosyal kurumlan düzenleyen "Hukuk Sistemini" de ifade eder. İslam Şeriatının bu kısmı (hukuk sistemi) İslam düşüncesine göre gerçeği tam olarak ifâde etmemesine rağmen çoğu kere dar anlamda, "Şeriat" teriminin karşılığı olarak kullanılmıştır.
Bu terim, aynı zamanda toplumda geçerli olan, sosyal hayat içinde insanların, eşyanın ve olayların yerlerini belirten ahlâk ilkelerini, davranış ilkelerini, değer ölçülerini ve kriterleri de ifade eder.
Nihâyet bu terim, bütün cephesi ile "eğitim ve kültür" kesimi ile tüm olarak düşünce ve sanat hayatının ilkelerini de içerir.
Bu anlatılanların tümünde yaygın dar anlamı ile şeriat adını tek başına taşıyan hukuk sisteminde olduğu gibi, tıpkısı tıpkısına, Allah'ın mesajına uymak gerekir.
"Egemenlik ve hukuk sistemi" şeklindeki özel anlamı ile, "hâkimiyyet" kavramı, bu konuda giriştiğimiz açıklamalardan anlaşılmış olmalıdır.
Toplumda geçerli olan ahlâk ve davranış ilkeleri ile değer ölçüleri konusu bir dereceye kadar anlaşılmış olmalıdır. Çünkü herhangi bir toplumda geçerli olan değer ölçüleri ile ahlâk ye davranış prensipleri, doğrudan doğruya o toplumda benimsenen inanç sistemine dayanır. Düşünce tarzını biçimlendiren inanç prensipleri ile saydığımız değerler aynı kaynaktan beslenir.
Fakat, bu çeşit İslamî araştırmalarla aşina olanların gözünde bile garip karşılanabilecek olan husus, fikir ve sanat hayatı hakkında İslam düşüncesine ve ilâhî kaynağa dayanmaktadır.
Sanat hayatı hakkında, bu problemi inceleyen ve sanat kesimini insanoğlunun düşüncesini duygularını, tepkilerini, insan psikolojisi gözü ile varlık ve hayat problemlerini inceleyen bir alan olarak kabul eden başlıbaşına bir kitap yayınlanmıştır.
Müslümanın vicdanında bütün bu noktalara varlığın, vicdanın ve hayatın her cephesini kapsamına alarak kâinatın, vicdanın ve hayatın Rabb’i ile olan ilişkileri içinde, insan gerçeği ile ilgili özel görüşü ile ilgili, insanın kâinatın merkezi oluşu ile, yaratılışının amacı, fonksiyonu ve hayatına anlam veren değerler ile ilgili özel görüşü ile İslam düşüncesi hükmeder. Bunların tümü, sırf bir kavramlar sistemi olmayıp aynı zamanda diri, diriltici, etkileyici, sürükleyici, yönverici ve insan varlığı içindeki her türlü oluşuma egemen olan bir inanç kavramı olan İslam düşüncesinin kapsamına dahildir. (İslam Sanatının Metodu, Muhammed Kutub)
Ama fikir hayatına gelince, bu kesimi İslam görüşüne ve İlâhî kaynağına dayandırmak, yalnızca Allah'a kul olma ilkesini gerçekleştirebilmek için bu meseleyi iyice açıklamak mecburiyetindeyiz. Çünkü bu mesele günümüzün okuyucularına, hatta hâkimiyyeti sadece Allah'a veren ve sadece O'nun kanunlarının geçerliliğini kabul eden bazı müslümanlara bile garip veya çok yabancıdır.
Şüphesiz ki bir müslüman, inancı, âlemle ilgili genel düşünceyi, ibadeti, ahlâkı, davranışı, değer ölçüleri veya siyasi, toplumsal ve iktisâdî nizamları veyahut insanın gelişmesinin etkenleri gibi meselelerde dinine, takvasına ve itikad sağlamlığına inandığı bir müslümanın sözüne ve bilgisine güvenebilir. Bir müslüman müsbet ilimlerden kimya, fizik, biyoloji, tıp sanayi ziraat ve yönetim metodları, sanatla ilgili çalışma usûlleri, savaş tekniği ve bunlara benzer bilgilerde hem bir müslümandan ve hem de müslüman olmayan kişilerden icadları ve geliştirdikleri ilim ve bilgileri alabilir.
Şu kadar var ki müslüman toplum ortaya çıkar çıkmaz bu alanda kabiliyeti olanlara imkân tanımak mecburiyetindedir. Bu konularda mütehassıs eleman yetiştirmek farz-ı kifayedir. Hiç kimse bu alanlarda yetişmez, yetiştirilmez veya bu imkân hazırlanmaz ise o toplumda herkes Allah katında sorumlu olur. Yanlız müslüman, bu durum gerçekleşinceye kadar her fert bu branşların hepsinde gerek teorisinde, gerek tatbikat sahasında hem müslümanlardan ve hem de müslüman olmayanlardan istifade edebilir. Müslüman olsun veya olmasın onların tecrübesinden faydalanır.
Çünkü bu malumatların hepsi Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in "Sizler dünya işlerini iyi bilirsiniz" hadisi ile işaret ettiği alanların kapsamına girer. Bütün bu konular müslümanın hayat, âlem, insan, insanın amacı, fonksiyonları, gerek çevresini kuşatan varlıklarla ve gerekse tüm varlıkların yaratıcısı ile olan ilişkisi gibi meselelerde müslümanın düşüncesini oluşturma mecburiyeti ile ilgili değildir. Yine bu konular müslümanların hayatlarını, gerek fert olarak ve gerekse cemiyet olarak düzenleyen şeriat ilkeleri, yönetim temelleri ve ana sosyal kurumlarla da doğrudan doğruya ilgili değildir. Hatta bu saymış olduğumuz konular ahlâk, edep, gelenek, görenek ve değer ölçüleri gibi İslamî toplumda geçerli olan ve ana hatlarını teşkil eden sorunlarla bütün bunlardan sonra bir müslümanın bu konularda müslüman olmayanlardan yararlanması, o müslümanın inancını sarsmak veya onun tekrar cahiliyeye dönmesine yol açmak gibi bir tehlikesi yoktur.
Ama fert ve toplum olarak tümüyle insani gelişmeleri yorumlamaya gelince, bu insan psikolojisi ile tarih içindeki gibi hareketlerine dayanır. Kâinatın oluşumu hayatın başlangıcı gibi tecrübe ilimlerin sınırlarını aşan kesimi ile, insanın kaynağı gibi kimya, fizik, astronomi, tıp vb. ilimlerle açıklanamayan kanunların bilgisinde durum, şer’î hukuk sistemi ile hayat tarzını düzenleyen ilke ve metodlarda olduğu gibidir. Ve bu konuda bilgiler direkt olarak inanç sistemine bağlıdır. Böyle olunca da bir müslüman dinine, takvasına güvendiği ve bildiklerini İlâhî kaynağa dayandırdığına güvenmiş olduğu müslümanlardan bilgi alabilir. Mühim olan müslümanın his âleminde bu hususların akîde ile irtibatı olduğunu kavramasıdır. Bu ve bunun gibi meselelerin ancak Allah'a kulluk prensibinin veya "LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RESÛLULLAH" Kelime-i Tevhid, Şehâdet kaidesinin gereği olarak kabul edilmesidir.
Müslüman, cahili toplumun her türlü çalışmalarını gözden geçirip, eserlerini okuyabilir. Yalnız bütün bunları, kabullenmek veya onlardan etkilenmek için değil. Bu araştırmanın amacı cahili toplumların, nasıl haktan ayrıldıktan ve bunları nasıl tekrar sağlam temellere oturtmağa, İslam düşünce ve inancına göre bunların düzeltilebileceğini öğrenmek içindir. Tüm olarak "Felsefe"ye yönelmek "insan tarihini yorumlamaya" yönelme "psikoloji"ye yönelme (gözlem ve deneye dayalı kısımlar hariç) ahlâk araştırmaları ve bütün karşılaştırılmalı dinler tarihine yönelmek, tüm sosyal doktrinler ve bunlarla ilgili yorumlar, bütün bu branşlar İslam’ın dışındaki cahili düşüncelerin sultası altındadır. Ve bunlar cahili kaynaklara dayanır. Bu yönelişlerin hepsi olmasa dahi çoğu, açık veya kapalı şekilde İslam inancına ters düşmektedir.
Böyle çeşitli fikri düşüncelerdeki durum, kimya, fizik, astronomi, biyoloji, tıp vb. ilimlerde ki durum gibi değildir. Tabii ki, yukarıda adını saydığımız pozitif bilimler objektif tecrübe sınırları içinde kalıp, vardıkları sonuçları değiştirmeden açıkladıkları ve ne yolda olursa olsun felsefi yorumlara dalmamaları şartı ile bu sözlerimiz geçerlidir. Charles Darwin biyolojide deneyleri tesbit ve düzene koyma sınırını aşarak -hiç bir delile hiç bir dayanağa dayanmaksızın- hayatın doğuşu üzerine etki eden bir kuvvetin olmadığını iddia etmek (!) için bu uydurma görüşlerini ortaya atmıştır.
Müslüman, bu gibi konularda Allah (celle celâluhu)'ın açıklamalarından yeterli malumatı alabilmektedir. Ve aynı zamanda bu gibi bilgiler, insan idrakinin çok üstündedir. Hatta bu meseleler inançla alâkalıdır ki bu da Allah (celle celâluhu)'a kul olma ilkesi ile ilgilidir.
"Kültür, bütün insanların mirasıdır. Onun vatanı, milleti ve dini yoktur." Bu hikaye pozitif ilimlerle bu ilimlerin uygulanışını gösteren teknoloji ile ilgili olduğu zaman doğrudur. Bu sınırı aşıp ilimlerin sonuçları ile ilgili fizik ötesi felsefi yorumlara girmemesi, insan psikolojisi ile ilgili felsefi yorumlara kalkışmaması insani gelişmeler ve tarih ile ilgili felsefi yorumlar yapmaması sanat, edebiyat ve diğer tüm hissi ifade alanlarına girmemesi şartı ile doğrudur. Bü durum böyle olmayınca bu basma kalıp söz, bütün insanlığın vücuduna sızabilmek için, başta inanç ve düşünce ile ilgili olmak üzere önündeki her türlü engeli eritmek isteyen dünya yahudiliğinin (Siyonizmin) bir tuzağıdır. İşte yahudi şeytani dehasını bu noktada kullanmakta, önce faiz sistemini yerleştirmeye çalışmakta, netice itibariyle de bütün beşeriyetin alın terinin mahsulü olan çalışmalar bir takım yahudi bankerlerinin avucuna ve bankalara aktarmak için kullanmaktadır. Yahudinin ulaşmak istediği başlıca amaç, insanlık emeğinin tüm kazancıyla faizci sistemini devam ettirmektir.
Lâkin İslam'a göre (pozitif ilimler ile teknoloji dışında) iki çeşit kültür vardır.
1. İslam düşüncesi temeline ve onun esaslarına dayalı İslam kültürü.
2. Cahili esaslara dayalı, çeşitli metodlara dayanmakla birlikte tek bir temele, esaslarında Allah'a kul olmayan insan fikirlerini kendisine ilke edinmeye çalışan cahiliyet kültürüdür.
İslam kültürü gerek fikri bakımdan ve gerekse insan pratiği bakımından tüm düşünce ve araştırma alanlarını kapsamına almaktadır. Ve bunların tümünde kesintisiz canlılığı ve gelişmeyi sağlayan ilkelere, metodlara ve özelliklere, sahiptir.
Şu kadarını bilmemiz gerekir ki günümüzün sanayileşmiş batı medeniyetinin temel taşı olan tecrübî metod Avrupa'da doğmuş değildir. Bunun aksine şark toplumlarında ve bunların başında Endülüs (İspanya) İslam merkezinde doğmuştur. Ve İslam düşüncesine, alem yönetimine ve İslam pratiğinin tabiat ile birlikte kuvvet ve kaynaklarına dayanarak ondan birçok şeyler almıştır. Daha sonraları kimi toplulukların yapısından gelen ve kimi de hıristiyan ve siyonist dünyanın saldırılarından kaynaklanmış olan bir takım faktörlerin etkisi altında İslam âleminin giderek İslam inancının ilkeleri arasındaki bağı da gitmiş olan hıristiyan kilisesi ile iktibas edildiği kaynak olan İslam inancının ilkeleri arasındaki bağı da keserek onu tamamen Allah'dan uzak bir niteliğe büründürmüştür. Durum böyle olunca Batı'nın bugün bütün düşünceleri, daima ve her yerde cahiliye düşüncelerinin durumunun aynısıdır. Ve bunların hepsi İslam düşüncesine ve esaslarına tamamen terstir. Dolayısıyla İslam düşüncesine temelden düşman olmaktadır. Bunun için bugün Müslümanlar tek başlarına İslam düşüncesine dönmek ve eğer bu konularda ehilseler kendi elleri ile asli olan kaynaklardan aldığı bilgiler ile yetinmek, yok eğer ehil değillerse, o takdirde dinine ve takvasına güvendiği müslümanlardan başka hiç bir kimsenin fikirlerini önemsememelidirler.
"İlim başka", "âlim başka" şeklindeki dayanıksız hikâyeye gelince İslam, insanın kâinata, hayata, insanî gelişmelere, toplumun değer ölçülerine, ahlâka, geleneklere ve bunlarla beraber insan psikolojisi ile ondaki gelişmelere ve iktisadi kavramlarla ilgili ilimler konusunda asla böyle bir tez veya görüş kabul etmez.
İslam, müslümanın kimya gibi, fizik gibi, astronomi gibi, tıp gibi, sanayi gibi, ziraat gibi, işletmecilik gibi, ve bürokratik işler ve benzerleri gibi ilimleri müslüman olmayanlardan veya takvası ile güvenilir olmayan müslümanlardan öğrenmesine müsamahalı davranır. Yalnız onlardan bunları öğrenebilmesi için bu yukarıda sayılan hususlar. Müttaki müslümanın bulunmaması gerekmektedir. Ve nitekim bugün kendisine müslüman adı verenlerin aralarında bu ilimleri bilenler söz konusudur. Yeryüzü hilâfeti için lâzım olan hususlardan ve İslam düşüncesinden bir uzaklaşma vardır.
Buna karşılık İslam inanç ve ilkelerin de, düşünce dayanaklarında, Kur'an tefsirinde, Peygamberimiz hayatında, sistemde, siyasi yollarda, sanat ve edebiyatın ilham kaynakları ile üslûplarında İslam dışı kaynaklardan veya İslam'a bağlılığı ve takvası güven vermeyen müslümanlardan yararlanmayı hoş görmez.
Bu satırların yazarı ömrünün tam kırk yılını okuyarak geçirmiştir. Onun ilk işi insanın bilgi alanlarını araştırmak anlamak ve bilmek olmuştur. Bunlardan bir kısmı kendi branşı idi. Ve diğer bölümlerinide merakından okumuştur. Sonra kendi inancının ve düşüncesinin kaynaklarına döndü. Birde ne görsün, okumuş olduğu eserleri o büyük hazine karşısında gayet zayıf ve cılız kalmaktadır. Zâten bundan başka bir şeyde olamazdı ya. Lâkin ömrünün kırk yılını harcadığından dolayı pişman değildir. Çünkü bu yıllarda cahiliyetin aslını, sapıklığını, iğrençliğini, basitliğini ve yavanlığını bütün iç yüzü ile görmüş ve cahiliyeyi tanımış idi. Gururlanıp böbürlenmelerinin aslını öğrenmiş idi. Ve sonunda şunu öğrenmiş idi ki müslüman bu iki çeşit kaynağı bir kabul edip her ikisinden de bilgi alamaz. Müslüman bu iki kaynağın arasını birleştiremez.
Bununla beraber yukarıda söylemiş olduğum sözler benim şahsi kanaatimi gösteren görüş değildir. Mesele bir kişinin şahsi görüşün dayandırılmaktan çok daha önemlidir. Çünkü bu mesele müslümanın kendi görüşlerine göre değil, ancak Allah (celle celâluhu)'ın O'nun Resûlü'nün emirlerine bağlı kalınacağı ölçüde Rabbânî terazide ağırlık taşımaktadır. Bunun için Allah (celle celâluhu)'ın emirlerine ve O'nun Resûlü'ne havale ediyoruz. Çünkü müslümanlar aralarında herhangi bir şeyde ihtilafa düştüklerinde Allah'ın ve Resûlü'nün emirlerine baş vururlar.
Allah (celle celâluhu) yahudilerin ve hıristiyanların müslümanlar hakkında ki nihai hedeflerini şöyle ifade ediyor:
„Ehli kitaptan bir çoğu, Hakk kendilerince besbelli olduktan sonra, ruhlarındaki hasedden ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düştü. Allah'ın emri gelinceye kadar şimdilik onları bırakın, serzeniş de etmeyin. Şüphesiz ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir.“ (Bakara, 109)
„Ne yahudiler ne hıristiyanlar -sen onların dinine uyuncaya kadar- asla senden hoşnud olmazlar. De ki: "Allah'ın hidayet yolu (olan İslam yok mu? işte) doğru yolun ta kendisi odur." Eğer (vahy ile) sana gelen (bunca) ilimden sonra onların heva (ve heveslerine uyacak olursan, andolsun, senin için Allah'dan (başka koruyacak) ne hakiki bir dost ne de hakiki bir yardımcı yoktur.“ (Bakara, 120)
„Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerin içinden herhangi bir zümreye boyun eğecek olursanız sizi imanınızdan sonra döndürüp kâfir yaparlar.“ (Âl-i İmran, 100)
Hafız Ebu Ya'lâ'nın Hammad'dan, onun Şa'bî'den onun da Câbir'den (Allah cümlesinden razı olsun) rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberirniz şöyle buyuruyor:
„Ehli kitaptan hiç bir şey sormayın. Çünkü onlar sapıklık içinde oldukları için size doğru yolu göstermezler. Böyle olunca da ya bir batılı kabul edeceksiniz ya da bir hakkı yalanlayacaksınız. Allah'a yemin ederim ki, şayet Musa (aleyhisselâm) sağ olarak aranızda olsa idi, O'na da bana uymaktan başka bir şey helal olmazdı.“
Yahudi ve hıristiyanların müslümanlar hakkındaki nihai hedefi Allah (celle celâluhu)'ın belirttiği şekilde bu derece kesin olarak açıklandığına göre İslam akîdesi, İslam tarihi, cemiyet yönetimi ile ilgili nizam ve prensipler siyaset, iktisad veya diğer hususlarda yaptıkları araştırmaların herhangi birisinde iyi niyetli olarak hareket ettiklerini, doğru yolu göstermek maksadını taşıdıklarını bir an bile düşünmek veya zannetmek ahmaklıktır. Allah'ın bu kesin emirlerine rağmen, hâlâ bu kimseler hakkında öyle zannedenler ancak gafiller olsa gerek. Bunun için Allah (celle celâluhu)'ın „De ki, hidâyet ancak Allah'ın hidayetidir. Yol sadece O'nun gösterdiği yoldur.“ (Şuarâ, 53) emri, müslümanın başvurması gereken tek kaynak oluyor. Allah'ın emrinin dışında ancak dalâlet olmaktadır. O’nun yolunun dışında bir yol yoktur. Bu emrin ne manasından şüpheye düşülebilir ne de te'vil edilebilir.
Aynı şekilde Allah'ın emri, Allah'ı anmaktan kaçınanları dost edinmeyi de yasaklamaktadır. Çünkü Allah'ın emirleri, böyle olan kimselerin şüpheli ve zannî bilgilere sahip, olduklarını beyan etmektedir. Halbuki müslümanın zanni olan şeylerden uzak kalması bildirilmiş ve böyle kimselerden dünya hayatının zahiri görünüşüne bağlı birtakım bilgiler alabileceklerdir. Ve onlar öğrenilmesi gereken var olmanın sırrını idraktan uzaktırlar.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
„Bizim zikrimizden yüz çevirerek yalnız dünya hayatı peşinden koşanlardan yüz çevir. Onların ulaştıkları ilim sadece budur. Şüphesiz kimin ondan saptığını ve kimin doğru yo|da olduğunu Rabb’in herkesten iyi bilir.“ (Necm, 29-30)
„Onlar dünya hayatının görünüşünü bilirler. Onlar Ahiretten tüm olarak habersizdirler.“ (Rum, 7)
Allah (celle celâluhu)’ı zikretmekten gafil olan ve sadece dünya hayatını isteyen ve arkasından koşan kimseler (ki günümüzde ilim adamlarının bir çoğu bu durumda) sadece zahiri ilimleri bilebilir. Bundan dolayıdır ki, müslüman bu gibi ilim sahiplerine güvenerek her konuda bunların söylediklerini kabul edemez. Ancak insan psikolojisi ve bunlara, bağımlı olan düşüncelerin dışında kalan yalnız madde ilimleri sahasında sınırlı olarak istifade edebilir. Aynı zamanda bunların bilgileri Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini bulunduğu manalarından çıkararak gâyelerine aykırı bir şekilde kaynak gösterenlerin zannettiği gibi „Yoksa o, âhiret (azabından) ten korkarak, Rabbi'nin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyama durur birhalde taat ve ibadet eden kimse (gibi) midir? De ki: bilenlerle bilmeyen hiç bir olur mu? Ancak temiz akıl sahipleridir ki (bunları) hakkıyla düşünür.“ (Zümer, 9)
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" sorusu yukarıdaki ayette işaret edilen bilgi değildir. Halbuki bu sorunun tam cevabı şu ayetin içinde açıkça beyan edilmiştir: Bunlar mı, yoksa âhiretten korkarak ve Rabb’inin rahmetini umarak gece saatlerinde secde edip, kıyama durarak âhiretten korkan ve Rabb’inin rahmetini ümidden mi daha hayırlıdır. De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bunlardan ancak kâmil akıl sahipleri ders alabilirler, işte yukarıdaki ayetin işaret ettiği ilim bu ilimdir. Allah'a kul olmaya ve O'ndan korkmaya götüren ilim. Yoksa fıtratı bozup Allah'ı inkâr etmeye götüren ilim değildir.
Muhakkak ki ilim, sadece itikad, farzlarla ve hükümler ile ilgili olan bilgiler değildir. İlim her şeyi kendi içine alır. İnancı, farzları, hükümleri kapsadığı gibi yeryüzü halifeliğini kurmayı, onu yönetmeyi ve yönetmek için tabii kanunları kapsayan ilimdir. Yalnız itikad kökünden ayrılmış olan ilim Kur'an-ı Kerim'in kastetmiş ve rneth etmiş olduğu ilim değildir.
Muhakkak ki imanî kaidelerle, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji ve benzerleri gibi kâinat sisteminin kanunları ve organik kanunları konu edinen ilimler arasında bir takım ilişkiler vardır. Bu ilimlerin hepsi kötü arzular tarafından Allah (celle celâluhu)'dan uzaklaştırılmadıkça insanları Allah'a ulaştırır. Yalnız özellikle Avrupa'daki ilmi hareketler Avrupa tarihindeki köhnemiş kilise ile bilim adamları arasındaki yersiz çatışmalar yüzünden, maalesef batı ilminin metodu Batı'daki Rönesans hareketi ile yanlış bir yola girmiştir. Bu yanlışlık onları Allah'dan uzaklaştırmıştır. Sonra bunların bu yanlışlıkları batı düşüncelerinin ve batı reformunun tümünde etkili olmuştur. Öyle ki bunların etkileri sadece kilise ve kilise ile ilgili birimlerde kalmamış, bütün dini birimlerde etki etmiş ve geliştirilen eserlere girmesini bilmişlerdir. Ve Bu eserler sadece sosyal sahalardaki yazılan eserler değil, poztif ilimleri araştıran alanlara ve bunlardan hiçbiri kendisini bu etkiden kurtaramamıştır. O Avrupa düşüncesi gerek metod ve gerekse verileri açısından her türlü bilgi alanında ortaya çıkardığı mahsullerini, başlangıçta zehirli bir düşmanlık esasına dayandığına ve bütün dini düşüncelere temelden karşı olduğuna göre şüphesiz ki gerek düşünce metodu ve gerekse onun mahsulü olan eserlerde İslam düşüncesine karşı çok şiddetli bir düşmanlık besledikleri malum olacaktır. Çünkü empoze edilen fikir esasında tamamen Allah (celle celâluhu) ve dolayısıyla İslam’ın düşünce yapısına karşı düşmanlığa dayanmaktadır.
Bütün bunlardan sonra batının fikrine, metodlarına ve araştırma sonuçlarına inanıp, güvenmek ve bunun islami araştırmalar alanında olması büyük bir gafletten başka bir şey değildir. Bu yüzden bugün onlardan almak zorunda olduğumuz müspet ilimleri alırken dahi aralarında felsefi bir yorum katılmış olabileceğini düşünerek ihtiyatlı davranmamız gerekir. Çünkü araya sıkıştırılan bu ilimler ve bunlarla ilgili eserler genellikle temelden din düşüncesine ve özellikle İslam düşüncesine düşmandırlar. Bunların zehirleri ne kadar az olursa olsun İslam’ın saf kaynağını zehirlemeye yeterlidir.
Muhakkak ki iman "LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RESÛLULLAH"a inanmaktır. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer gerçekten inanıyorsanız muhakkak ki üstün olan sizlersiniz." (Âl-i İmran, 139)
Said Havva (rh.a.), Şehadet "İmanın İlkeleri"